"Kimsin?" "Dünya nasıl meydana geldi?" Acaba tüm insanları ilgilendirmesi gereken şeyler var mıdır? Kim olurlarsa ve nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, tüm insanları ilgilendiren bir şey var mıdır?
Evet, tüm insanların sorması gereken bazı sorular vardır. Hayatta en önemli şey nedir? Açlığın sınırında bir insana bunu sorarsak, yiyecek der. Soğuktan donan birine sorsak, sıcaklık der. Kendini yalnız hisseden birine sorsak, başka insanlarla beraber olmak, diye cevap verir.
Ancak bu tür ihtiyaçlar karşılandığında tüm insanların hâlâ ihtiyaç duyduğu başka şeyler var mıdır? Filozoflara göre, evet, vardır. Filozoflar, insanların yalnızca yemek yiyerek yaşayamayacağını söylerler. Elbette tüm insanlar yemek yemek zorundadır. Herkesin sevgi ve ilgiye de ihtiyacı vardır. Ama bunların ötesinde, insanların gereksindiği bir başka şey vardır.
İnsanlar, kim olduklarını ve neden yaşadıklarını bilmek isterler. Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek, pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi değildir. Bu gibi sorularla ilgilenen kişiler, insanların dünya var olduğundan beri tartıştıkları bir şeyle ilgilenmektedirler. Evrenin, dünyanın ve yaşamın nasıl ortaya çıktığı, geçen yıl olimpiyatlarda en çok altın madalyayı kimin aldığından daha büyük ve önemli sorulardır.
Gerçek imana ulaşmanın yolu bazı sorular sormaktan geçer: Dünya nasıl yaratıldı? Olan bitenin ardında bir güç ve bir anlam var mı? Ölümden sonra bir hayat var mı? Niye böyle sorular sormalıyız aslında? Hepsinden önemlisi: Nasıl yaşamalıyız?
Bu türden sorular çağlar boyunca insanları meşgul etti. İnsanın ne olduğunu, dünyanın nasıl oluştuğunu sorgulamamış hiçbir uygarlık bilmiyoruz.
Günümüzde de herkes bu bildik sorulara kendi cevaplarını bulmak zorunda. Bir yaratıcının var olup olmadığını, ya da ölümden sonra bir hayat olup olmadığını bir ansiklopediye bakıp öğrenemeyiz. Ölümden sonra bir tür varoluş ya vardır ya da yoktur.
Ansiklopedi bize nasıl yaşamamız gerektiğini de anlatmaz.
Eskiden sorulan soruların bir kısmını bugün bilim yanıtlamıştır. Bir zamanlar ayın arka yüzünün nasıl olduğu müthiş bir sırdı insanlar için. Bu gibi konular tartışmaya bile gelmez şeylerdi; herkes hayal gücüne göre dilediği cevabı verebilirdi. Oysa bugün biz Ay'ın arka yüzünün nasıl olduğunu tam tamına biliyoruz. Artık Ay'da bir adamın yaşadığına veya Ay'ın aslında peynirden oluştuğuna inanamayız.
Bundan iki bin yıl önce yaşamış Yunanlı bir filozofa göre, felsefe ve bilim insanların hayretinden doğmuştur. Ona göre, insanlar kendi varoluşlarına şaşarlar; felsefi soruların çoğu da böylelikle kendiliğinden ortaya çıkar.
Bir sihirbazlık seyreder gibidir insanlar: sihirbazın numarasını nasıl yaptığını anlayamayız. Sihirbazın bir çift beyaz ipek mendili nasıl tavşana dönüştürdüğünü bilmek isteriz.
Birçok insan için dünya, sihirbazın beş dakika önce bomboş olan bir silindir şapkadan tavşan çıkarması kadar akıl almaz bir şeydir.
Tavşan meselesinde sihirbazın bizi kandırdığını biliriz. Merak ettiğimiz şey bunu nasıl becerdiğidir. Dünyadan söz ederken ise durum biraz farklıdır. Dünyanın hokus pokus bir şey olmadığını biliriz, çünkü biz de Dünya'da yaşamakta olup onun bir parçasıyızdır. Aslında sihirbazın silindir şapkasından çıkarılan bizizdir. Tavşanla aramızdaki tek fark, tavşanın bir sihirbazlık oyununa dâhil olduğunun farkında olmayışıdır. Biz ise gizemli bir şeylerin bir parçası olduğumuza inanır, şeylerin arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışırız.
Not: Beyaz tavşandan söz ettik ya, tavşanı tüm evrenle karşılaştırmak daha yerinde olur belki. Evrenin yaratılışı ve sahip olduğu müthiş düzen her tür sihirden daha olağanüstü ve hayret vericidir.
Burada yaşayan bizler, tavşanın tüylerinin dibinde yaşayan minicik böcekler gibiyiz.
Düşünen insanlar ise tavşanın ince tüylerine tırmanarak tepeye çıkıp koca sihirbazın gözlerinin ta içine bakmaya çalışırlar.
İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şeyin hayret etme yeteneği olduğunu söylemiştim, değil mi? Daha önce söylemedimse işte şimdi söylüyorum: İYİ BİR FİLOZOF OLABİLMEK İÇİN GEREKEN TEK ŞEY HAYRET ETME YETENEĞİDİR.
Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır. Yok, bir de olmasaydı! Çünkü çocuklar doğduktan birkaç ay sonra yepyeni bir gerçeklikle karşı karşıya geliverirler. Büyüdükçe hayret etme yetenekleri kaybolur gibi olur. Neden böyle olur acaba?
Yani, küçük bir bebek konuşabilseydi, bize, ne ilginç bir dünyaya gelmiş olduğunu anlatırdı.
Çünkü görürüz ki bebekler konuşamasalar da, parmaklarıyla etraflarındaki şeyleri gösterir, odadaki nesneleri merakla tutmaya çalışırlar. Birkaç kelime konuşabilecek yaşa geldiğinde, çocuk, her köpek görüşünde durup, "hav hav" der. Bebek arabasındaki bebeğin bir köpek gördüğünde ellerini kollarını oynatıp yerinde zıp zıp zıplayarak nasıl "Hav hav! Hav hav!" dediğini gördüğümüzde, sırtında yaşanmış epeyce yıl taşıyan bizler, bebeğin bu coşkusunu biraz abartılı buluruz. "Tabii, tabii" deriz çok alışkın bir tavırla, "hav hav işte! Ama sen şimdi güzel otur arabanda bakayım." Biz bebek gibi heyecanlanmayız, çünkü çok köpek görmüşüzdür o güne dek. Bebek, köpek gördüğünde aklı başından gitmeyecek bir hale gelene kadar, belki yüz kez daha tekrarlar bu çılgınlık gösterisini. Ya da bir fil veya bir su aygırı... Ancak çocuk konuşmayı - ve de felsefi düşünceyi- bile daha tam öğrenmemişken dünya bir alışkanlık haline gelir. Ne yazık, bana soracak olursan!
Bir gün ormanda yürüyüşe çıkmış olduğunu düşün. Birden önündeki patikada minicik bir uzay gemisi görüyorsun. Uzay gemisinden bir Marslı yaratık çıkmış, durmuş yukarı sana bakıyor... Ne düşünürdün o zaman? Neyse, bu çok önemli değil. Ama senin böyle bir Mars yaratığı olabileceğin geldi mi aklına hiç? Tabii ki günün birinde başka bir gezegenden gelmiş bir yaratığa rastlama şansın çok düşük. Başka gezegenlerde hayat olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ama kendine rastlama şansın yüksek. Kim bilir belki bir gün durup dururken kendini yepyeni bir gözle görürsün. Belki de bu an, ormanda gezintiye çıktığın bir an olur.
İlginç bir yaratığım ben, diye düşünürsün. Gizemli bir hayvanım ben... Yüz yıllık güzellik uykusundan uyanmış gibi olursun o an. Ben kimim? diye sorarsın. Evrende bir yerlerde dolanıp durduğunu bilirsin. Ama ya evren nedir? Bir gün kendinle böyle buluşursan, başlangıçta bahsettiğimiz Marslı kadar gizemli bir şey keşfetmişsin demektir. Bir uzay yaratığı görmekten öte, ta içinden kendinin de böyle ilginç bir yaratık olduğunu duyarsın.
Bir sabah anne, baba ve 2-3 yaşındaki küçük bebek mutfakta oturmuş kahvaltı etmektedirler. Anne ayağa kalkıp arkasını masaya dönerek tezgâha yönelir. İşte tam o sırada olanlar olur ve baba tavana yükselip fıldır fıldır dönmeye başlar. Bebek durup babasını seyreder. Sence bebek ne der o zaman? Belki elini babasına doğru uzatıp, - Bak, baba uçuyor! der.
Bebek şaşıracaktır kuşkusuz, ama o hep şaşırmaktadır zaten! Babası hep öyle acayip şeyler yapıyordur ki, masanın üzerinde bir uçuş fazla bir şey fark ettirmez bebek için. Her sabah komik bir makineyle tıraş olan, bazen çatıya çıkıp televizyon antenini döndüren ya da arabanın motoruna bakmak için eğilip zenci gibi çıkan zaten hep babası değil midir?
Şimdi sıra annede. Bebeğin ne dediğini duyup hızla arkasını döner. Sence babanın tepede dönüp durmasına onun tepkisi ne olur? Derhal elindeki reçel kavanozunu düşürür ve şaşkınlıkla haykırmaya başlar. Baba tekrar sandalyesine dönebilse de, annenin bu olaydan sonra tedavi görmesi bile gerekebilir. (Masada nasıl oturulacağını hâlâ öğrenemedi gitti şu adam!)
Sence anne ve bebeğin gösterdiği tepkiler neden böylesine farklı? Bunun alışkanlıkla ilgisi var. Anne, insanların uçamayacağını öğrenmiştir. Bebek ise öğrenmemiştir. Dünyada neyin mümkün olup neyin olmadığından hâlâ emin değildir.
İşin acıklı yanı, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı şekilde tüm dünyaya alışırız. Büyüdükçe, dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz, anlaşılan. Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, Kur’an’ın bizde hep canlı tutmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.
Altını çiziyorum: Bu sorular herkesi ilgilendirmekle beraber, herkes bunlara cevap aramaz. Pek çok değişik sebepten, insanların çoğu gündelik hayatın öyle bir esiri olur ki, hayatı sorgulamak onlar için gerilerde bir yerde kalır. (Tavşanın tüylerinin dibinde bükülüp istedikleri ortamı bulurlar ve hayatlarının sonuna kadar da orada kalırlar.) Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum hiç de böyle değildir: Büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeydir.
Filozoflarsa diğer büyüklerden farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü beceremez. Dünya onun için hâlâ akıl almaz bir şey, evet, hâlâ sırlarla dolu, gizemli bir şeydir. Filozoflarla küçük çocukların en önemli ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca duyarlı bir çocuk olarak kalır da diyebilirsin sen buna.
Şimdi seçme sırası sende: hâlâ "dünyaya alışmamış" bir çocuk musun, yoksa bunu asla yapmayacağına söz vermiş bir filozof mu?
Bu soruya omuzlarını silkip cevap veriyor, kendini ne bir çocuk ne de bir filozof gibi görüyorsan, bunun nedeni alışkanlıktan dolayı dünyanın artık seni şaşırtmıyor olmasıdır. Böyleyse durum tehlikeli demektir. Senin uyuşuk ve umursamaz insanlardan biri olmanı değil, uyanık bir yaşam sürmeni istiyorum. Lütfen dünyaya alışkanlık gözüyle bakıp her an gerçekleşen binlerce mucizeyi kaçırma! Şaşırmaya ve hayret etmeye devam ettikçe Yüce Yaratıcıya bir adım daha yaklaşacaksın!
Kimdir yağmurları indiren, nehirleri coşturan? Kimdir dağları çiçeklerle süsleyen? Kimdir dilleri konuşturan, sesleri işittiren?
Kısaca özetlersek: Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük olduğu için bu sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en tepesinde çocuklar dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl yapıldığına şaşabilecek bir konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün diplerine doğru sokulurlar. Ve orada kalırlar. Burası öyle rahattır ki bir daha asla kürkün ince kıllarına tırmanmaya cesaret edemezler. Yalnızca aklını kullananlar dilin ve varoluşun en uç sınırlarına giden bu tehlikeli yola çıkmaya cesaret ederler. Bazıları diğerlerine yetişemeyip geri kalsa da, birçoğu tavşanın ince tüylerine sıkıca tutunup, aşağıda tavşanın yumuşak derisine yayılmış yiyip içerek yan gelip yatanlara seslenirler:
- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, kurtuluşa eresiniz! O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de süslü bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye yerden çeşitli ürünler çıkardı. (Bakara, 21-22) İnsanın nasıl yaratıldığına, gece gündüzün nasıl oluştuğuna, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmaz mısınız?
Ama kürkün dibindekiler: Aman, ne gürültü edip duruyorlar bunlar böyle! derler. Sonra da konuşmalarına devam ederler: Yağı uzatır mısın lütfen? Hisse senetleri ne kadar yükselmiş bugün? Domatesin kilosu kaça? “Filan aktrisin bir çocuğu daha olacakmış, duydunuz mu?
ALLAH, KUR’AN’DA YÜZLERCE YERDE BİZİ, HAYRET ETMEYE, DÜŞÜNMEYE, ARAŞTIRMAYA ÇAĞIRIR.
HAYRET ETME YETENEĞİNİ KAYBEDEN İNSANLAR ALLAH’I ARAMA VE BULMA ÇABASINDA DA OLMAZLAR.
KENDİLERİNE VERİLEN AKLI KULLANMAYANLAR,
HEP BAŞKALARININ AKLIYLA HAREKET EDERLER, GÜDÜLMEYE MAHKÛM OLURLAR!